“Arkası yarın başlıyor babaanne!”
Öğlenci olmaya bayılırdım. Yok, küçüklüğümden beri büyükbabamla birlikte balığa çıktığım için alışkındım erken kalkmaya, ondan değil; her sabah radyoda tiyatro dinlemeyi sevdiğimden.
Sabah kahvaltısı biter; bulaşıklar yıkanır – evet, tarafımdan kurulanır ve boyumun yettiği yerlere dizilebilecekler dizilir; akşamdan kalan bazı ödevler tamamlanır – evet bu arada babaannem kahvesini içer; saat tam 10’da sabah haberlerinden kısa bir özet okur spiker; hemen ardından ‘arkası yarın’ başlar. Her sabah aynı yolculuğa çıkardık babaanemle; benim yapmam gerekenler, Onun yapması gerekenler, bir de birlikte yaptıklarımız.
Gazetede tefrika halinde yayınlanan çizgi romanı birlikte okurduk önce. Seyrini kontrol edemediğiniz, hızlandırıp, yavaşlatamayacağınız bir televizyon dizisini mesela, birlikte seyredebilirsiniz birisiyle, değil mi? İkinizi aynı anda aynı zamana yapıştırır bir şeyi birlikte izlemek; ama ya okumak öyle mi? Hep daha önce bitirir, sonra babaannemi seyrederdim. Hızlı okuduğumu, benim de tefrikada anlatılanı çabuk kavradığımı bilsin isterdim. Sonra Onun yüzüne dalardım. Dudaklarını kıpırdatmadan okuduğunu anlar, kirpiklerini izlemeye koyulurdum. Gözünün nereye odaklandığını merak ederdim. Aynı siyah-beyaz kareler, aynı çizgiler, aynı tonlar; neden daha yavaş okurdu? Okuduğunu, gördüğünü, başka bir dile çeviriyor diye düşünürdüm. Sonra ‘arkası yarın’ başlardı ve artık duyduklarımız birbirine dikilmiş halde kulaklarımıza gelirdi. Madem gördüklerini bu kadar yavaş istifliyor aklındaki sandıklara, duyduklarının bazılarını saklayamıyor diye düşünürdüm. Beni çok heyecanlandıran birşey olduğunda, “bak, bak, o çalmış işte parayı” diye geçen sahnedeki sürprizi yüzüne haykırırdım. Atlanmaması gerekirdi. Parmaklarını dudaklarıma bastırır, bir sonraki sahneyi kaçırmamamız için başını iki yana sallardı.
“Yusuf, bu akşam suyumu tazelemiyorsun.”
“Geldim abi! Ah, soluklanayım bir de; nasıl, kalabalığız bu akşam, değil mi?”
“Nasıl anlıyorsun seninle konuşmak istediğimi Yusuf?”
“Güldürme beni abi; sesindeki heyecanı anlamayan mı var!”
“Babaannem geldi aklıma Yusuf. Biliyor musun, son zamanlarında ne yapardık birlikte?”
“...”
“Her akşamüzeri uğrardım Ona. Fotoğraf albümlerinden birini alır eline, içinden seçtiği bir fotoğrafı anlatırdı bana. Kimlermiş, ne zaman, nerede çekilmiş; sonra yorum yapmamı beklerdi.”
“Ne yorumu abi?”
“O fotoğrafın bana ne çağrıştırdığını anlatmamı; okuduğum bir hikâye, seyrettiğim bir film veya kendi yaşadığım bir olayla ilgisini kurmamı isterdi. Sanki o fotoğraf benim için bir başlangıç cümlesi olurdu ve o cümle etrafında yeni bir kurgu, yeni bir hayat yaratmaya çalışırdım.”
“Her gün mü yapardınız?”
“Her gün bir fotoğraf üzerine konuşurduk.”
“Ya ertesi gün?”
“Ya sorma; aramızda ‘arkası yarın’ derdik. Bilmiyorum ki Yusuf, bana gösterdiği fotoğraf önceki günlerden aklında kalanlar sayesinde seçtiklerinden mi, benden dinlemeyi istediklerine göre mi, yoksa tamamen rasgele mi olurdu; hiçbir zaman emin olamadım.”
“Kaydettin mi abi bunları bir yere?”
“Yok be Yusuf, akıl işte. Ara sıra bir şey çağrıştırıyor; hatırlayıp yazmaya çalışıyorum. Bazılarında tarihler var, sıraya koyabiliyorum; çoğu günlerin sırası karışıyor.”
“Olsun be abi. Seni heyecanlandırmış ya bu iş! Kapatırız yine beraber, değil mi?”
Başımı olur anlamında önüme eğdim. Rakının buzunu koydum.
“Bak burada büyükbaban arkadaşlarıyla boğazda buzun üzerinde; ‘54 kışıydı hiç unutmam! (https://www.tarihiolaylar.com/galeriler/24-subat-1954-istanbul-bogazi-buz-tuttu-729 )”
“Sen mi çektin?”
Babaannem fotoğrafla ilgili o “an”ı bana aktarmak için kendi hafıza sandığının kilidini açmaya çalışırken, ben de aklımın kuytuda kalmış dolaplarına yönelirdim. Bazen nasıl kocaman bir sandıktan gelirdi o “an”ın sesleri babaannemin diline. Güldür güldür akardı:
“Bak bak Sabri amcanı tanıdın mı? Hani dişçi; seni çok severdi rahmetli. Onun sandalıyla az mı çıktınız balığa?”
Kesmek istemezdim. Beklerdim: bu sesler, bu renkler, hangi köşeden kıvrılıp, hangi saksının altındaki, hangi küçük anahtarı alıp, aklımın hangi dolabını açacaktı acaba? Babaannem konuştukça, dönülecek köşeler artar, yollar kıvrıldıkça kıvrılır, anahtarı bulunamayan dolapları geçer, yenilerinin peşine düşerdim. Bunun en iyi yolu, albümde fotoğrafın hemen yanındaki başka hazinelere dikkat çekmekti.
“Aaa, bu gazete sayfasını niçin sakladın? (http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/GAZETE/tan/tan_1942/tan_1942_subat_/tan_1942_subat_21_.pdf )”
“Büyükbabanla birlikte gitmiştik; ne güzel filmdi: ‘Birleşen Gönüller.’ La-lalla-laa laa!”
“Sesin de hâlâ güzel babaanne”
“Hadi ordan! O zamanki ismi ‘Melek’di sinemanın. Sonra kapandı; bilir misin nasıl kapandığını?”
Bazen de anahtar, o küpüre dokunduğumda ortaya çıkan cinden biricik isteğim buymuş gibi, önüme düşüverirdi; ne yapacağımı bilemez şekilde etrafıma bakınırdım.
“Ne oldu, ne aradın?”
“Telefonum titredi gibi geldi. Yok birşey.”
Aklımda keşfe çıkmak için, şöyle yüksekçe bir yerden bakmak isterdim etrafa. Bilmez miyim yoksa, Melek sinemasının neden kapandığını, varlık vergilerini, sinemayı Belediyenin Emekli Sandığına verdiğini, adının Emek olarak değiştiğini. Bunlar o önüme düşen anahtarın açtığı ilk dolabın içindeki dehlizden peşi sıra geçilen yeni dolaplardan önüme serilenler. Ama o tünelden çıkmak isterdim. Hoşlanmadığım ama unutmamam, unutmamamız gereken olayları, biraz yukarıdan seyrederek, yeniden kurgulamak isterdim. O kurguda biteviye yenilenen, aynı yere tekrar tekrar salındığımız yanlışları görmek daha çok konuştururdu beni; babaannemi de.
“Deniz kenarında bir sigara içmeme izin var mı Abi? Hem biraz daha lâflarız, ne dersin?”
“Bi fırt da ben çekersem olur!”
Beray Aytek /Ali Rana Atılgan
12 – 21 Şubat 2020
Masumiyet Müzesi